14 Mart 2015 Cumartesi

Ma mi ma

 Kafasının içi cam kırıkları ile dolu olupta, beyninin her hareketinde düşünceleri acıyan sadece Oğuz Atay değildi elbette yalnızca, bizden daha önce davrandı bizden her öncekiler gibi. Teknoloji çağı muhteşemmişte ay bu nesil çok şanslıymışta vakta vak... Ne doğa kaldı bize ne bizim biz olma ihtimalimiz ne de söylenmemiş söz... Gittikçe boka batan bi nesil ve bu artarak devam edecek... 

 Kitap okumak yetmiyor artık, iyi yazmak ve güzel konuşmak... Anlıyor musun doktor? Bok anlıyorsun ki sen, sen bile bizden daha şanslı idin.

 Chuck Palahnuik, günün birinde sadece kötü şeyler yapmamayı değil, iyi şeyler de yaparak geçirdiğim bir hayat arzuluyorum demiş ya, demiş yani. Sen de sağol abi, sen de. Bizim ve bizden sonraki neslin böyle bir lüksü yok biliyor musun? Kötü şeyler yapmamaya çalışmak sizin oraların iyi şeyler yapmasına denk düşüyor ya da düşecek. 

 Biz bitiyoruz abiler/ablalar...

 Bunların baş suçluları sizlersiniz! Mirasınızı biz de sonraki nesle aktaracağız, hepsi bu...

12 Mart 2015 Perşembe

Sadece ben

 Neden beni benle başbaşa bırak mıyorsunuz? NEDEN?

 Kendiyle başbaşa kalan bir insan neden sorun teşkil eder ki? Mahremine çekilip yazılar yazan, kitaplar okuyup birşeyler araştıran bir insan neden sorun teşkil eder ki?

 Neden en çok sevdiklerim canımı en çok yakanlar oluyor? Canımı öyle yakıyorlar ve sıkıyorlar ki, her zamanki gibi negatifleri absorbe edemeyip karşılık veriyorum istemsiz. Sonra 2 can yanmış oluyor. Benim canım daha fazla yanıyor ama. Bir paradoksa düşüyorum sonra, haberiniz var mı? Kendimi kemiriyorum resmen, ulan daha az sevdiklerimi üzmüyorken neden çok sevdiklerimi üzüyorum diye! Siklemeyeyim mi yani sizi?

 Neden mi en çok sevdiklerim, canını en çok yaktıklarım oluyor?
 BARİ SİZ ANLAYIN ULAN BENİ DİYE! Ufak ufak kıytırık laflarla sohbet mi ettiğinizi yahut eleştirdiğinizi mi sanıyorsunuz? Size birşey söyleyeyim ki, çin işkencesidir bu yaptığınız. Ne kadar çok seviyorsam, o kadar çok görüyorum çünkü. Hele anlaşılamadığımı görmek tam bir işkence.

 Neden ulan, neden? Daha yarım saat kadar önce keyifliydim. Şimdi yine yelkenler fora.

 Dalsana be hırçın dalgalara berduşt... Yaslan be Halil...

Güncelesem mi güncelemesem mi?

 Part time iş bulmak için Kızılay'a indim bugün. Gerekli görüşmeleri yaptıktan sonra yeni sahaflar aramaya başladım. Çaylarını içtim, güzel bağlar kurmuş oldum.

 Bu zamana değin -ki bu da neredeyse 3 saati buluyor- harcamış olduğum tek para yol parası idi zira, ne vardı da ne harcayayım ki. Yanlış anlamayın lütfen, ben çok keyif aldım 3 sa. boyunca yürümekten oraya buraya. Son görüşmemi yapmak için -aklı büyük insanlarla görüşmeyi severim de- sahaf abimin yanına doğru gidiyorken bir İran restaurantı gözüme ilişti. Nicedir aklımdaydı ki yeni kitaplar ve insanlar gibi yemekleri de tanımayı çok severim ama param yoktu.

 5 dakika sonra kendimi restaurantın sandalyesinde oturur halde buldum. Çok tatlı ve sıcak kanlı bir kadın mönüyü uzatarak selamladı beni. Yıllardır garsonluk yaparım, yıllardır gezmediğim şehir, tanımadığım kültür yahut mekan kalmamıştır ama kalmış. Kadın öyle sıcaktı ki.

 Aşreşte adlı bir çorbada karar kıldım ki param ona yetiyordu zaten çünkü kitapta almalıydım. Çorbanın ardına şunları şunları ister misiniz diye sordu kadın. Bir an düşündüm ve sadece hayır, teşekkür ederim demek yerine şu an param yok, çok merak ettiğim için girmiş bulundum ama en kısa zamanda mutlaka paralı bir halde geleceğim, teşekkür ederim dedim. Kadın sıcacık gülümsemesiyle peki efendim diyerek uzaklaştı.

 Aşreşte o kadar güzeldi ki, görüntüsünü hiçte aratmadı. Kitabı kapağına göre yargılayabilirmişiz bu aşreşte de. Ekşimsi sosları ile ıspanağa benzer bir sebze, nohut ve tanımlayamadığım birkça malzeme ile yapılmış bir çorba. Sıcak servis ediliyor evet ve ortasında kaymağa benzer -renginden ve kıvamında ötürü öyle diyorum- birşey vardı ama çok farklı bir lezzetti o da. Ekşimsi biraz.

 Tam kalkmaya yelteniyordum ki ayrana benzer bir içecekle adanamsı bir kebab geldi önüme. Şaşkınlığıma mahal vermeden, böyle bir sipariş vermedim ki ben hanfendi demeye kalmadan, lütfen bunu kabul buyurun, patronum canı gönülden bunu tatmanızı rica ediyor ki çok mutlu oluruz bizi reddetmezsiniz dedi. Hafif ağlamaklı, peki dedim ve yemeye koyuldum.

 Kebab muhteşemdi. Adı negini. İçerisinde tavuk var ama dışı adana malzemeleri ile kaplanmış. Kızarmış biber, domates ve safranlı pilav ile servis ediliyor. Pilav o kadar boldu ki anlatamam. Pirinçleri de çok farklıydı. Bizimkilere göre daha uzun ve ince. Çinliler gibi sadece su ile pişiriyorlarmış pirinci. Safran sosu ile o kadar uyumluydu ki. Ayrana benzer içecekte onların ayranı imiş. Su, soda, nane, adını unuttuğum bir sos ve yoğurt ile yapılan bir içecek.

 Tarçını anımsatan çaylarını da içtikten sonra sahaf abimin yanına ulaştım. Yol param hariç cebimde 10liram vardı yani bu da demek oluyor ki 2 kitap alabilecektim. Abimle biraz sohbet ettikten sonra seçtiğim 2 kitabı alıp fiyatını sordum. Üzerine 3 kitap daha ekleyerek, 10 lira abicim dedi. Platon, Konfüçyüs, Schopenhauer, Sokrates... Kitaplara bakar mısınız?

 Yazar diyor ki, yine de herşeye rağmen güzeldir hayat. Bomboş olsa da ceplerimiz ve keyfimiz, heybemiz ne mücevherlerle dolu...

10 Mart 2015 Salı

Kavuşmak yine

 Bu kaçıncı oldu yeniden sayfalar karalamak eski bütün çiziktirilmiş olanları hiç gözünün yaşına bakmadan çöpe atarak. (yazar burada kafkaya giydiriyor farketmedin mi) Bu kaçıncı oldu ölüşüm ama ölüp ölüp dirilerek değil, küllerimden her defasında daha güçlü doğarak. Dokuz canlı dedikleri buysa şayet, kaç canımın kaldığını bilmek istiyorum zira bu yükselerek güçleniş beni çıldırtacak. Çıldıracağım çünkü oksijenin saflığı yoruyor beni.

 Zerdüşt gibi inmek mi gerek arada? Bunun bi çıkar yolu yok mu? Sirkteki entellere gülmek için mi yoksa bütün sirkleri yok etmek için midir tüm bu inişler? Sirki seversek ya?

 Ne istediğimi bilmediğim zamanları özlüyorum aslında. Heyecan oluyordu en azından ve kuru kalabalıklar oyalıyordu şahsımı. Ya şimdi? Nereden tutsam da nerelere atsam bilemiyorum. Daha ilk günden fazlaca bunaltmak istemiyorum sizi...